Ara
Close this search box.

Türkü Bilmeyen Türk’ü Bilemez.

Şam’a sürülmüştü.

Selanik gözünde tütüyordu.

Nihayet bir fırsat bulup koştu geldi anasının ellerinden öptü. “Mustafa’m” diye sarıldı, kokladı anası çakmak gözlü yavrusunu.

Arkadaşlarıyla buluştu. Heyecanlı, heyecanlı vatan ve millet işlerini konuşuyorlardı ki birden yanık sesli bir delikanlının acıklı bir aşk hikayesini anlatan Selanik türküsü başlayınca hepsi sustular

Selanik içinde selam okunur

Selanın sedası dostlar cana dokunur

Gümüş kazma ile mezar kazılır

Aman ölüm zalim ölüm üç gün are ver

Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik’de o türküyü dinlerken, arkadaşlarıyla milli mücadelenin temelini oluşturucak fikirleri konuştuklarında henüz 26 yaşında çakı gibi bir Kolağası, yani Kıdemli Yüzbaşıydı.

Aradan uzun yıllar geçmişti.

Büyük Zafer ve kendi ifadesiyle bundan daha da büyük bir mücadele dediği bir rönesans yaşıyordu ülke. Eğitimden sanata, müzikden sağlığa, ekonomiden ziraata kadar her konuda büyük özverilerle çalışan idealist bir toplum vardı artık.

İlk eğitim kurultayını topladığında cephe yoğun düşman ateşi altındaydı. Kurultayı erteleyelim diyenlere cevap verdi. “Cehalet ile savaşmak, düşman ile savaşmaktan daha kolay değil ki”.

Anadolu Medeniyetleri Müzesinin tarihine bakınız.

1921.

Daha Cumhuriyet kurulmamış, savaş devam ediyor.

O müze kurmuş.

“Hepiniz mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz fakat sanatçı olamazsınız” derken sanat ve sanatçıya verdiği değeri gösteriyordu.

Gramafon ve taş plakların başına geçince çocuk gibi seviniyordu. Saz heyetleri kendisini ziyarete geldiğinde “haydi saba makamından başlayalım” da diyebilirdi, “çocuk, hele bir Vardar Ovasını çalın” da.

Screen Shot 2019-03-01 at 9.13.28 PMScreen Shot 2019-03-01 at 9.09.44 PM

Bazen bir vals olurdu onu daldırıp düşündüren, bazen de mehteran müziğinin batıya etkisini anlatırdı heyecanla. Cephede yanık sesli onbaşı “iki keklik bir kayada ötüyor, ötme de keklik, benim derdim bana yetiyor, anasına kara da haber gidiyor” diye bağlamanın tellerine vururken gözyaşlarını saklamaya çalışan tek o değildir.

Polatlı’dan top sesleri gelirken, Meclis’i Konya ya da Kayseri’ye mi taşısak konuşmaları yapılırken o istasyon binasında hiç duymadığı bir müzik duyup merak eder. İçeri girip bakar ki Kara Zıpkalılar oturmuş yaylı bir saz aleti çalan bir gençten Karadeniz türküsü dinliyorlar. Girer girmez tüm korumalar ayağa kalkar.

“Nedir bu” diye sorar.

“Çemençedur” der biri. “Ha bununla Çanakkale’da cepheda bile horon ederduk”.

“Edin bir horon da görelim o zaman” der Çakmak gözlü.

Keyifle ritm tutarak izler, “aynı Karadeniz dalgaları gibi” der.

Screen Shot 2019-03-01 at 9.09.18 PM

Florya da gençlerin arasına girer. Keyifle sohbet etmektedir.

“Müziğin yaşamdaki önemi nedir?” diye sorarlar kendisine.

“Müziğin yaşamda yeri yoktur, çünkü müzik yaşamın kendisidir” der

En çok “Zeybek” oyunu ve müziğini sever. “Bu ders olarak okutulmalı” der.

Hem çok güzel söyler. Hem de çok da güzel oynar.

Screen Shot 2019-03-01 at 9.50.38 PMScreen Shot 2019-03-01 at 9.50.24 PM

Bir o kadar sevdiği de Karadeniz, özellikle de Artvin yöresidir. Hem müziğine hem halk dansları çok hoşuna gider. “Cilveli Oy” diye söyleyen çoktur ancak doğrusu “Cilveloy Nanayda”dır. Güzel bir sevda türküsüdür. Atatürk de çok beğenir. Ancak Cilveloy Nanayda’dan sonra başlayan Artvin Bar’ına hayran kalır. Bitince “bir daha” diye seslenir çocuk gibi. Bitince yine “bir dahaa” diye bağırır ve gençlerin arasına girip bar tutar.

Sene 1936’dır.

Ne hastalığı ne de yorgunluğu kalmıştır aklında.

Ülkesinin insanları, gençleri, dansları ve müziği ile birlikte çocuklar gibi şendir.

İşte bu yüzden, o güne kadar “Artvin Barı” olan bu güzel halk dansı artık “Ata Barı olarak anılacaktır

Screen Shot 2019-03-01 at 9.46.49 PM                                                                                                                 Screen Shot 2019-03-01 at 9.46.33 PM

Bahçası var bağı var,

Ayvası var narı var.

Atamızdan yadigar,

Bizde Atabarı var.

 

Türk toplumunda binlerce yıla dayanan bir sevgi, sevgiden de öte, bir tutkudur müzik.

Türküler Türk’ü anlatır.

Sevincini, kederini, hasretini, özlemini.

Türküler umuttur.

 

Yemen türküsünü duyunca gözü yaşlanır Türk’ün.

Mezarları bile yoktur gidenlerin. Giden gelmez ki geri!

Kalpler yarım, çocuklar yetim kalır.

 

Çemberinde gül oyası vardır.

Doyamamıştır sevdiğine. Karşı karşı dururken şimdi yüzüne hasret kalmıştır.

 

Rahmetli Neşet Ertaş bir konserdedir.

“Hey Onbeşli Onbeşli” der ve vurur sazının tellerine.

Halk el çırparak oynamaya başlayınca “durun” der, “n’apıyorsunuz siz? Bu göbek atılacak bir türkü değil, ağıttır, ağıt”!

Yıllardır cepheden cepheye koşan mehmetçiklerin çoğu şehit olmuştur. Yeniden asker toplamak lazımdır ancak sayı yeterli değildir. Yeni bir kanunla eski tarihle 1315 öncesi doğmuş olup, yani 19 yaşından küçük ancak vücudu gelişmiş, gücü kuvveti yerinde delikanlıları da askere çağırırlar. Çoğunluğu 15 ile 19 yaş arası olan ve yine çoğunluğunun bir daha geri dönemeyeceği asker ocağına doğru yola çıkarlarken söylenir bu türkü.

Hey Onbeşli Onbeşli

Tokat yolları taşlı

Onbeşliler gidiyor

Kızların gözü yaşlı

Screen Shot 2019-03-01 at 9.28.47 PM                    Screen Shot 2019-03-01 at 9.24.33 PM

Nevruz, yani en eski ve en kutsal Türk Bayramında bir temizlik başlar. Bu hem günümüze kadar yansıyan bir bayram temizliğidir hem de yakılan ateşin üzerinden atlanır. Ateş kötülüklerden arındırır. Tütsü kötü ruhları uzaklaştırır. Hani dualarla kurşun dökülür ya, inanın müslümanlıkla filan bir ilgisi yoktur bunun. Şaman ritüelidir. Yeni başlangıçlar için kötü ve olumsuz her şey geride bırakılır. Ateşin etrafında saz vardır, söz vardır, eğlence vardır. Kadınlı erkekli eğlenilir. Ayrılık, gayrılık, haremlik, selamlık yoktur.

Türklerde kilim dokumak gibidir türkü.

Dertlerini, üzüntülerini, sevinçlerini kilime dokursun, yüreğinin sesini manilere dökersin. Türklerde müzik Orta Asya’dan beri toy kurulup “boylarınız boylansın, soylarınız soylansın” denirken de vardır, gidenin arkasından yakılan ağıtta da!

Horon ya da halay kurulurken genç delikanlının bütün heyecanı, gönlünü kaptırdığı kızın parmağının parmağına, elinin, eline değecek olmasıdır. Tulum sesi sihirli köyün kavalcısı gibi ulaşır her haneye. “Hekimoğlu derler benim adıma” diye başlayan nameler Ordu şehrinde zulme kafa tutan yiğitin hikayesidir aynı Köroğlu’nun “benden selam olsun Bolu Bey’ine” dediği gibi.

Screen Shot 2019-03-01 at 9.26.30 PMScreen Shot 2019-03-01 at 9.34.39 PMScreen Shot 2019-03-01 at 9.23.50 PM

Türklerin bu müzik tutkusu aynı zamanda oldukça şaşırtıcıdır. Bir çok eski ezgiler günümüze dek ulaşmıştır. Dikkat ederseniz neredeyse hiç bir toplum eski ezgileri Türkler kadar koruyup güncele taşıyamamıştır. Örneğin eski Yunan ve Roma’dan günümüze herhangi bir ezgi gelememiştir. Hiçbir kayıt aleti olmadan şarkı ve türkülerin sazdan saza, sözden söze bugüne aktarılması, son derece gelişmiş ve önemsenen bir müzik kültürü olduğu gerçeğini yansıtır. Doğaya ve yaşama dair her şeyin yansıtıldığı ve bilgelikle yorumlanan halk türküleri, bunun canlı kanıtıdır.

Orta Asya bilginleri Farabi ve İbn Sina’nın, teknik kurallarını geliştirerek çağdaş anlamda temelini attığı müzik, Türkler için, çok eskiden beri yaşamın ayrılmaz bir parçası, belki de yaşamın kendisi gibidir;

Farabi ve İbn Sina’ya gelene dek, Türk toplumlarında eskiden gelen zengin bir müzik birikimi vardı ve bu birikim onlardan sonra da etkisini sürdürmüştür. Anadolu insanı, bugün bile eski Oğuz geleneğini sürdürür, varsılı ya da yoksulu hiçbir zaman ve hiçbir koşulda müziksiz kalmaz. Üstelik yalnızca dinleyici olmakla yetinmez, telli saz başta olmak üzere çalmayı da öğrenmek ister. Türkmenler çocuklarının saz öğrenmesine özel önem verirler, genellikle birer halk ozanı olan öğreticiler’e büyük saygı gösterirler. Zaten eski Türklerde de, en az bir müzik aleti çalamamak gerilik kabul edilirdi. Müzik aletlerini tanımamak, ezgileri bilmemek düpedüz kusur sayılır, müzikle ilgilenmeyen birine, hiç eğitim almamış kişiymiş gibi davranılırdı.

Screen Shot 2019-03-01 at 9.15.44 PM

Müzik aletleri, sürekli olarak geliştirilir, kusursuzluk arayışı hiç bitmez, yeni çalgılar bulunur ya da eski çalgılardan yeni sesler elde etme çabası hiç eksilmezdi. Saz, harp ve flüt en tutulan müzik aygıtlarıydı. Vurmalı çalgılar, orkestralarda büyük yer kaplar; tamburlar, ziller, büyük davullarla ritm tutturulurdu. Bestesi olanlar çabuk ünlenir ve toplumda saygı görürlerdi.

Ben melanet hırkasını

Kendim giydim eğnime

Ar’ü namus şişesini

Taşa çaldım kime ne,

Haydar, Haydar, taşa çaldım kime ne! 

İşte bu nameler sizi alır Anadolu’dan bir bilinmez diyarlara götürür. Çayda çıra ile beraber ilk alkla gelen geleneklerden biri de “Kına Gecesi”dir. “Hem annemi, hem babamı, hem de köyümü özledim” derken herkesin gözü dolar.

Çökertme başlar herkesin içi bir hoş olur. “Yüce dağ başında bir ışık” yanıyordur. Sadece aklı değil, kalbi de hükmeder Türk’e.

Bir bakarsınız ki gitmişsiniz “Sivas’ın dağlarına” bir de bakmışsınız ki “Deniz üstü köpürür.

Ne de güzeldir o türküler…

 

Screen Shot 2019-03-01 at 9.15.27 PM

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

3 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir