Ara
Close this search box.

ATATÜRK ve AŞK

Her zaman olduğu gibi temiz, itinalı, sinek kaydı traşlıydı. Uzun süre dinlenip de güzel bir banyo yaparak itinayla misafir karşılamaya hazırlanmış halini düşünmek sizleri yanıltmasın. Çünkü en son ne zaman uyuduğunu kendisi bile hatırlamıyordu.

İstanbul’da Dolmabahçe’ye demirlemiş düşman gemilerine bakarken gözleri mavi değil ateş gibiydi. Oluk, oluk akan kanlarla karışmış barut ve yanık et kokuları arasında, geçit vermedikleri dünyanın en büyük donanması ve en güçlü orduları şimdi kendisinden başka bir şey düşünmeyen aciz Padişah ve yalakaları sayesinde ellerini kollarını sallayarak gelmiş ve Dolmabahçe’ye demir atmışlardı.

O halde neden savaşın her kademesinde onbinlerce şehit ve gazi vererek savunduk, 15 yaşında çocukları neden toprağa teslim ettik diye düşünürken dudaklarından dökülüvermişti o meşhur sözcükler; “Geldikleri gibi giderler”!

Geldikleri gibi değil, arkalarına bakmadan kaçarak gitmişlerdi.

Kabus gibi geçen 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya.

Screen Shot 2019-04-25 at 9.44.16 PM

Artık çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında.

“Al Sancak” dalgalanıyordu artık Alsancak’da, Karşıyaka’da, Kadifekale’de.

Şehre giren süvarilerimiz, gözlerine inanamıyordu. Bütün şehir ay‐yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Adeta uçsuz bucaksız bir “gelincik tarlası”na dönmüştü koca şehir. Bunda bu kadar şaşıracak ne var diye düşünebilirsiniz. İzmir işgal edilir edilmez, evler didik didik aranmış, bütün bayraklara süngü zoruyla el konulmuş, ibreti alem için sokaklarda yakılmıştı.

3 yıldır yokluk içinde yaşayan İzmirli kadınlar, bütün eşyalarını yok pahasına satmış, beyaz patiskalarını, kırmızı masa örtülerini saklamış, komşularıyla değiş tokuş etmiş, sabırla o geceyi beklemişti.

O gece, 8 Eylül 1922’ydi. O gece Bayram öncesi arefe gecesiydi.

Sevinç gözyaşlarıyla çıkardılar sandıklarından, öpe koklaya ellerindeki kumaşları ve özenle Kırmızı’nın üstüne Beyaz ay‐yıldız’ı diktiler bütün gece boyunca.

Tarifi mümkün olmayan bir sevinç ve heyecan vardı tüm ülkede.

Kurtulmuştuk.

 

Nif’te kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının ışığıyla aydınlanan mütevazı bir bağevi. Egenin denizden vuran meşhur esintisini ciğerlerinin en ücra köşesine kadar koklayarak içine çekti. İşte tam burada Bursa’nın da kurtulduğu haberi geldi.

Çakmak gözleri buğulu gibiydi. Cigarasını çıkardı.

Kahve istedi.

“Biliyor musun İsmet” dedi, “bir rüya görmüş gibiyim.” İsmet Paşa gülümsedi, “haklısın, bu kadar mucize, olağanüstülük, harikalık, ancak bir rüyada yaşanabilir”.

 

Fransız Komiser General Pelle, İstanbul’daki müttefik devletler adına bir Fransız zırhlısıyla İzmir’e gelmişti. Mudanya Mütarekesi öncesi müttefikler şaşkın, üzgün ancak hala kibirliydiler. Pelle karşısında büyük bir zafere hatta imkansıza imza atmış kibirli, kaba, ne söyleyeceğini bilmeyen birini bekliyordu.

Köşkten içeri adım atarken yukarı katta bir hareket oldu ve herkes yukarı baktı. Yaydan fırlamış bir ok gibi hızlı ancak son derece asil bir çeviklikle merdivenlerden inmeye başladı. Onu Beyaz ipek kafkas gömleği, siyah pantalonu, ince belini süsleyen kemeri ve şık ayakkabısıyla gören General şaşırdı. Her zaman olduğu gibi sinek kaydı traşlıydı. Belli belirsiz hafif bir lavanta kokusu vardı. Koku bahçeden çiçeklerden mi geliyordu yoksa karşısında bulunan şahıstan mı, anlayamadı. Sarı saçları özenle arkaya doğru taranmış, yüzünde kibar bir tebessüm ve insanı esir alan o çakmak gözleriyle daha çok bir film yıldızını andırıyordu.

Başıyla selam verdikten sonra elini uzattı ve son derece düzgün bir Fransızca’yla “hoşgeldiniz, lütfen şöyle buyrun” diyerek yol gösterdi.

General şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Bu adam ona anlatılan kimse olamazdı.

İşte tam da bu aralar Başyaver Salih Bozok hala Başkomutan için İzmir’de kalacağı güvenli bir konut aramaktaydı. 10 Eylül günü Uşakizade Köşkü ne ulaşan Salih Bey, bahçıvandan Latife Hanım’ın İzmir’e Gazi Paşa’yı karşılamak için geldiğini öğrendi ve hemen gidip kendisiyle konuştu. Acaba Mustafa Kemal Paşa ve mahiyeti bu Köşk’de kalabilirler miydi? Latife Hanım “Gazi’yi konuk etmekten şeref duyarım, ben bu günleri görmek için buralara koştum geldim” derken, Başyaver Salih Bey Latife Hanım’ın göğsünde taşıdığı kolyesinin içinde Türk Bayrağı ve Gazi Paşa’nın resmi olduğunu bilemezdi tabii.

Screen Shot 2019-04-25 at 9.45.49 PM

Bir hayranlık, bir sevgi, bir tutku, bir aşk hikayesidir bu. Latife Hanım Atatürk’ün gönlünde Türk kadının olması gereken yerdir.

Latife Hanım Uşakizade Muammer Bey’in üçü kız, üçü erkek olan çocuklarının en büyüğüdür. 1900 doğumlu olan Latife Hanım İstanbul Arnavutköy Amerikan Kolejini bitirdikten sonra Fransa’nın meşhur Sorbonne Üniversitesinde Hukuk ve Siyaset Bilimi okumuştur. Paris’te konserler verecek kadar güzel piyano çalan Latife Hanım, anadili gibi İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Rumca bilmektedir. Latife Hanım bu becerilerini belki bilerek, belki de istemeden Atatürk’e belli etmiş, onun isteği üzerine bir çok yazışmalarını yapmıştır. Özellikle de o devirde bu kadar bilgili, kültürlü, eğitimli ve gerçek anlamda Türk kadınlarına örnek olabilecek Latife Hanım elbette Atatürk’ün son derece dikkatini çekmiş ve beğenisini kazanmıştı.

Latife Hanım 2

Latife Hanım ile Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın evliliği 2 yıl 5 ay 5 gün sürer ve 5 Ağustos 1925’te sona erer. Hiç kimse sevdiği birisini bir başkasıyla paylaşmak istemez. Ama ya o kişi bütün bir ülkenin sevdiği ve ayrı kalamadığı bir liderse? Normal bir aile yapısı içinde normal görülebilecek bazı istekler söz konusu Atatürk ve Türk Milleti olunca aynı kalıba sığmıyordu. Latife Hanım’ın aşırı kıskançlıkları, istekleri ve özlediği yaşam ile ortam çok farklıydı. Tartışma ve kavgalar sırasında Atatürk ikisi çok ciddi olmak üzere rahatsızlanır ve kalp spazmı geçirir. Latife Hanım’a bu konuda en güzel öğüdü babası Muammer Bey verir. “Kızım” der, “Kaplan’a gem vurulmaz”!

 

Gazi ve Fikriye, 15 yaşında Mustafa Kemal’e âşık olan ve son nefesini verene kadar tam 12 yıl o tutkuyu içinde yaşatan bir genç kadının hazin öyküsüdür.

Fikriye Hanım

Fikriye’nin ailesi, Türk halkına karşı gerçekleştirilen saldırılar nedeniyle önce yaşadıkları Larisa’dan Selanik’e, ardından da İstanbul’a taşındılar. Fikriye, Atatürk’ü sekiz yaşındayken Selanik’te tanımıştı. Mustafa Kemal ise o yıllarda böyle bir çocuğun varlığının hiç farkında bile değildir. Fikriye İstanbul’a geldiklerinde sırayla annesini, babasını ve son olarak da genç kız kardeşini kaybeder. Bir başına kalan Fikriye’nin amcası, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın ikinci eşiydi.

Fikriye Hanım 2

Balkan Savaşı öncesi Zübeyde Hanım da İstanbul’a taşınmıştır. Bu arada Fikriye 15 yaşında çok güzel bir kız olmuştur. Mustafa Kemal ile yeniden karşılaştığında da ona sırılsıklam âşık olmuştur. Zübeyde Hanım da Mustafa Kemal de herşeyin farkındadır ancak Zübeyde Hanım Fikriye’yi çok sevmesine rağmen, onu oğluna yakıştırmamış, hiç bir zaman da ona layık görmemiştir.

Oysa Fikriye çok zarif, çok alımlı ve güzel bir kızdır. İyi yetişmiş, kültürlü, okuyan, son derece güzel piyano çalan, zamanının ötesinde modern bir kızdır.

1920 yılının ortalarında gazetede Mustafa Kemal’in padişah tarafından vermiş idam fermanını okuyunca onun yanına gitmek ister. Yaverlerin de görüşleri Paşa’nın yaşadığı yere bir kadın eli değmesinden yanadır. Bunun üzerine derhal yola çıkar, son derece tehlikeli güzergahlar üzerinden geçerek Ankara’ya ulaşır.

Mustafa Kemal, Fikriye’yi “Nasıl geçti yolculuğunuz? Çok sıkıntı çektiğiniz muhakkaktır ama gönül ferman dinlemiyor, değil mi çocuk?” diyerek karşılar.

İlk başta bütün erkeklerin içinde tek kadın olan Fikriye’ye mesafeli yaklaşan herkesin fikri değişir. Fikriye kendisini herkese sevdirir. Sihirli bir değneği varmışcasına dokunduğu herşeyi düzeltir, çeker, çevirir. Sıkıntılı olan Paşa onunla uzun yürüyüşlere çıkar, döndüğünde ise yüzü hep güler.

Köşk

Sonunda Mustafa Kemal her türlü dedikoduyu önlemek için Fikriye ile nikâhlanır. O zaman Medeni Kanun henüz yoktur. İnsanlar, eski deyimle imam nikâhıyla evlenirler. Dönemin Şeriye Bakanı Mustafa Fehmi Gerçeker, Mustafa Kemal ve Fikriye’nin nikâhlarını gizlice kıyar. İki de tanık vardır, biri Gazi’nin üvey babası Ragıp Bey’in yakın akrabası, Türk Hava Kurumu eski Başkanı Fuat Bulca, öteki de Gazi’nin yaveri Muzaffer Kılıç. Bu evlilik hep gizli tutulur.

Yıllar sonra Atatürk onu düşünürken şöyle diyecektir: “Beni iki kadın çok sevdi, biri yalnız ben olduğum için (o Fikriye’dir), öteki de mevkim için (o da Latife Hanım’dır).”

 

Atatürk son derece yakışıklı, eğitimli, kültürlü, entellektüel ve olağanüstü zeki bir insandı. Zerafet, kararlılık ve karizma adeta üzerinden dökülürcesine dikkat çeker, keskin bakışlarıyla karşısındakini esir alırdı. Böyle olunca da ona aşık olan sayısız kadın vardı. Onunla röportaj yapmak için gelen gazetecilerden, kraliyet ailelerine kadar, ona hayranlık duymayan kimse olabilir miydi?

Sabiha Sultan

Vahdettin bile kendisine gizliden haber göndererek, kızı Sabiha Sultan ile nikahlamak istediğini söylememiş miydi?

Onun ise ilk aşkı Manastır’lı Eleni’dir.

Olaki yolunuz düşer Mustafa Kemal Atatürk’ün 1896-1899 yılları arasında öğrenim gördüğü Makedonya’nın Manastır (Bitola) kentindeki Askeri İdadi de, yani bugün Manastır Kültür Müzesi olarak kullanılan okul binasının birinci katında düzenlenen anı odasına giderseniz orada Atatürk’ün balmumu heykeli, büstü ve bazı kişisel eşyalarıyla, hayatı, katıldığı savaşlar, devrimleri, veciz sözlerini içeren bilgiler, fotoğraflar ve Atatürk ile ilgili Türkçe ve diğer dillerde yayımlanmış kitap, broşür ve dergileri göreceksiniz. İşte tam burada müze görevlisi size yönetmenliğini Fuat Çağlar’ın yaptığı “Güneşin Adı: Mustafa Kemal” isimli kısa filmi devreye sokarken bir de elinize bir mektup verecektir.

Atatürk’ün ilk aşkı” Eleni’nin yazdığı mektup…

Bir Rum iş adamının kızı olan Eleni ile Mustafa Kemal’in evlenmesine önce Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın izin vermediği, daha sonra da babasının Eleni’yi kahyasıyla evlendirdiği anlatılıyor.

Eleni’nin Atatürk’e böyle seslenmiş.

“Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt.

Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.

Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte’n.”

Münir Hayri Egeli’nin Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk kitabında ise Atatürk’ün ilk ve son aşkının Selanik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine Hanım olduğu yazıyor. Atatürk ölümüne kadar kız kardeşi Makbule Hanım vasıtasıyla ondan haber aldığında mutlu olmuş, evlenmediğini öğrendiğinde çocuklar gibi neşelenmiş. Hatta çok sevdiğini söylediği Eminem şarkısını da bu yüzden çok severmiş ve şarkı her çalındığı ortamda iştirak edip kimi zaman gözlerinden yaş gelirmiş.

Mustafa Kemal Selanik’ten ayrılırken Emine Hanım’ın ‘Harbiye’ye ne zaman gidiyorsun?’ yazdığı nota şöyle cevap vermiş: ‘Bu dakikada vapura gidiyorum. Bu an-i mes’um bize kan ağlatacak. Bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder, sizden de aynı vefayı beklerim, Allahaısmarladık. Mustafa Kemal’

Atatürk’ü bir de Selanik’de komşu kızı Hatice’den dinlemek lazım. Münir Hayri Egeli’nin anlatımına göre, Hatice Hanım bir kış gecesi Egeli’nin ısrarlarına dayanamayarak hikayesini şöyle anlatmış:

‘Selanik’te Zübeyde Teyzelere yakın oturuyorduk. Mustafa Bey’i çocukluğumdan beri kapımızın önünden geçtikçe görürdüm. Naciye isminde bizden çok büyük bir kız arkadaşımız onun her geçişinde pencereye koşar onu seyrederdi. Arkadaşlarla karar verdik, ilk fırsatta Naciye Abla’nın sevgisini Mustafa Bey’e duyuracaktık. Zübeyde Teyzelere de sık sık gittiğim için bu işi bana verdiler. O gün evlerine gittim ve sofadan geçerken bir saksı içinde kırmızı karanfiller gördüm. Hemen birini kopardım, Mustafa Bey’in odasına girdim. Masanın üzerinde bir tarih kitabı vardı. Hemen karanfili kitabın açık sayfasına koydum. Mustafa Bey geldi. Annemin ve annesinin ellerini öptü. Çiçekten dolayı çok heyecanlı idim. Mustafa Bey benim heyecanlı olduğumu hissetti ve dikkatlice gözlerime baktı. Daha sonra derslerinin olduğunu söyleyip odasına çıktı. Birdenbire Mustafa Bey’in merdivenlerden indiğini ayak seslerinden anladım. ‘Bu çiçeği benim kitabımın arasına kim koydu?’ diyecek gibi geliyordu. Mustafa Bey odanın kapısında göründü. Gözlerimle ben ettim sen etme der gibi ona baktım. Oda bana o manalı mavi gözleriyle bakıyordu. Mustafa Bey bir arkadaşını görmek için tekrar dışarı çıkacağını söyledi ve gitti. O günden sonra ne Zübeyde Teyzelere gidiyordum ne de Mustafa Bey’in görünebileceği yerlere uğrayabiliyordum. Bir gün evdeki büyütmeden Zübeyde Teyze’nin beni Mustafa Bey’e istediğini öğrendim. Annem askerler hep uzaklara giderler, ben kızımdan uzaklaşamam düşüncesiyle işi sürüncemeye sürmüş. Mustafa Bey Harbiye’den Erkanıharp Yüzbaşısı olarak çıktığında beni tekrar istediler. Ama annem yine fikrinden vazgeçmedi ve beni başka biriyle söz kestirdi.’

 

Ancak sizleri bütün bu hikayelerden daha da fazla şaşırtabilecek başka bir anı daha var. Mustafa Kemal bir gösteri sonrası sohbet ettiği Bulgar tiyatroculara öyle bir şey söyler ki, herkes şaşırır; “Sofya’da bir kızı çok sevdim, ama onu bana vermediler”

Bulgar Miti Kovaçeva, Sofya’ya askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal’le 1914’te tanıştı. Strauss’un ‘Güzel Mavi Tuna’ valsiyle başlayan ilişkileri, Miti’nin General babasının itirazı yüzünden sona erdi. Fakat Sofya’nın en güzel kızı, öldüğü güne kadar Mustafa Kemal’i sevdi.

Bulgaristan’a askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal 27 Ekim 1913’de vardığı Sofya’daki ilk günlerini sıkıntı içinde geçirdi. Önceleri otelde kalan Mustafa Kemal daha sonra Alman asıllı Madam Hilda Christianus’un evine taşındı. Mustafa Kemal bir süre sonra elçiliğe yakın bir ev tuttu ve şehirden ayrılıncaya dek burada yaşadı.

Mustafa Kemal 1914 Şubat’ının ilk cumartesi günü Şehir Kulübü’nde General Kovaçeva ve ailesiyle tanıştı. Miti ve Mustafa Kemal’in “Güzel Mavi Tuna” valsı da işte bu tanışma gününde yaşandı. O gecenin hemen ertesinde Mustafa Kemal, General Kovaçeva’nın evine davet edildi. Türk zabitinin aileyle yakınlaşması, Miti ile daha fazla zaman geçirmesini sağladı. İkili sık sık Boris Parkı’ndaki buz pateni pistine, Çar Osvobodidov Bulvarı üzerindeki Bulgarya pastanesine gitmeye başladılar. Ancak kısa bir süre sonra bir tatsızlık yaşandı. Halk tiyatrosuna bilet almaya giden Miti’nin yolu Gazi bir Yüzbaşı tarafından çevrildi. Yüzbaşı babasıyla beraber Türklere karşı savaştıklarını hatırlatarak, Sofya’daki birçok kimsenin genç Türk zabitiyle yaşadığı ilişkiden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Olayın ardından eve kapanan Miti ve yaşananları duyan Mustafa Kemal, birkaç gün hiç konuşmadılar. Sonra ortak dostları devreye girdi ve Bulgarya pastanesinde yine buluştular. Sorunu konuşmadan çözmüşlerdi. 24 Mayıs’ta bir bayramı kutlaması için Askeri Kulüp’te düzenlenen balo, ikilinin tüm Sofya’ya meydan okudukları gece olarak akıllarda kaldı.

Maskeli Balo

Geceye yeniçeri kıyafetiyle katılan Mustafa Kemal, “en özgün kıyafet sahibi” seçildi. Mustafa Kemal, onuruna çalınan vals başlayınca tüm salonun bakışları arasında Miti’ye doğru ilerledi ve birlikte piste çıktılar. Başta Bulgar Çarı olmak bütün kalabalığın önünde ayakları yerden kesilircesine muhteşem bir vals ile herkese meydan okuyorlardı. Kısa bir süre sonra Miti ve Mustafa Kemal her zaman gittikleri Boris Parkı’nda bu defa gelecekleri üzerine konuşuyorlardı. Mustafa Kemal, Miti’ye klasik bir evlenme teklifinde bulunmadı. Aksine yaklaşan savaşlardan, Türkiye’nin gelenekleri ve diniyle farklı bir ülke olduğundan söz etti. Miti hepsini dinledi ve “Evet diyorum, ne olacaksa birlikte olsun” dedi. Miti evine gidip haberi annesine verdi. General Kovaçeva’nın bu işe hazırlanması gerekiyordu. Miti ve annesi mutfakta plan yaparken Mustafa Kemal’in geldiğini duydular. Klasik selamlaşmanın ardından iki erkek baş başa kaldılar. Mustafa Kemal Miti’yle evlenmek istediğini açıkladı. General Kovaçeva kararını ertelemişti ama Sofya’da belirli bir çevrenin tek dedikodusu Miti-Mustafa Kemal ilişkisi olunca rahatsız oldu ve Mustafa Kemal’e “Bu evlilik olmayacak ve artık Miti ile görüşmesiniz iyi olur” mesajını iletti.

General Kovaçeva kızını avukat Gergi Haciyordanov ile nişanlamaya karar verdi. Mustafa Kemal ise o günlerde Sofya’dan ayrılmaya ve cepheye gitmeye için hazırlanıyordu. Miti nişanlanırken Mustafa Kemal de bavullarını toplayıp İstanbul’a döndü… Bir yıl sonra Mustafa Kemal Çanakkale Zaferi ile tüm dünyanın tanıdığı bir isim olmuş, Miti ise zorla evet dediği nişanlısından ayrılmıştı. Sofya’ya dönen Mustafa Kemal General Kovaçeva’ya kararında bir değişiklik olup olmadığını sordu. Yanıt yine olumsuzdu ama general bu kez vedalaşmalarına izin vermişti. Miti ve Mustafa Kemal Bulgarya pastanesinde son kez buluştular. O bir saate bir yılın hasretini ve bundan sonra ayrı geçirecekleri yılların özlemini sığdırmaya çalıştılar. Mustafa Kemal’in Miti’ye son sözleri “Sana karşı hissettiklerim yaşamım boyu değişmeyecek” oldu.

 

Miti, Mustafa Kemal’in ölüm haberini 11 Kasım’da radyodan öğrendi. Ömrü boyunca Mustafa Kemal’den neredeyse hiç söz etmedi. Sessizliği 7 Ağustos 1966’ya kadar sürdü. O sabah uyandığında, hasta yatağının başında bekleyen kardeşi Olga’ya rüyasında Mustafa Kemal’i gördüğünü anlattı. Birkaç saat sonra derin bir komaya girdi ve iki gün sonra Mustafa Kemal’in yanına gitti.

Günümüzün Laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları hiç bir belge, bulguya dayanmayan son derece çirkin yalan ve iftiralarla kafaları karıştırmaya çalışıyorlar. En önemli belge Nutuk’tur. Yazılmış yazılar, alınmış kararlar, anlaşmalar, çekilmiş telgraflar birer belgedir. Ümmet’den millete, kulluktan vatandaşlığa geçmemize, özgürlüğümüze kavuşmamıza sebep olan Atatürk bir mucize, bir lütuftur Türk Milleti için. Avrupa’da yüzlerce aydın, sanatçı ve ilim adamlarının 300 senede yaptığını tek başına 10 sene içinde yapan bir kahramandır Atatürk.

 

O bizden biriydi.

Neşesinin tek kaynağı halkının mutluluğu ve halkıyla beraber olmaktı.

Aç kaldı, uykusuz kaldı, şehitleri elleriyle toprağa verdi, ailesinden uzak kaldı, hasta oldu, kurşun yedi, yüzü, gözü dağıldı, kör olma tehlikesi geçirdi, kaburgaları kırıldı, etrafı sarıldı, idama mahkum oldu ama o hiç bir zaman mücadeleden vaz geçmedi, doğru bildiklerinden taviz vermedi.

O çelik bakışların ardında son derece yumuşak, duygusal, romantik ama kırık bir kalp vardı. Kendi için değil, halkı için adanmış onurlu ancak bir o kadar da hüzünlü bir hayat vardı.

Ruhu Şad olsun.

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir