Ara
Close this search box.

Türk; Öğün, Çalış, Güven!

Türkiye’ye ilk geldiğimde küçük bir çocuktum. İlk durağımız Anıtkabir oldu. Çanakkale geçilmez dedirten, Milli Mücadele’yi başlatarak “Ya İstiklal, Ya Ӧlüm” parolasıyla mucizevi başarılara imza atarak Cumhuriyeti kuran, sonra yokluklar içinde harap olmuş bir ülkeyi tekrar inşa eden büyük Kahraman Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırası önünde, sanki karşımda bana bakıyormuş gibi heyecan içinde titriyordum.

Her kelamında bir çok sır saklı olduğuna inandığım bu dahinin çözemediğim tek vecizesi vardı.

Türk; Ӧğün, Çalış, Güven!

İlk nasihatı “öğün”! Ne ile öğüneceğim? Kısacık hayatına yüzyıllar dolusu başarılar sığdırmış bu alçak gönüllü insanı hiç öğünürken duymadığım halde bana neden böyle bir görev veriyordu?

Çalış! Ne çalışayım, neyi çalışayım?

Son kelime ise “Güven”! Kime güvenmem gerek? Güvenecek kimseleri nasıl anlayabilirim? Herkese güvenmem mi gerek acaba?

Tarihi anlamazsak bugünleri değerlendiremeyiz.

Neden “Türk” ya da hep “Türk Milleti” diye başlamış Atatürk? Neden “Ey Türk Gençliği” demiş?

Ümmetten millete geçmek, kul olmak yerine vatandaş olma bilincini yerleştirebilmek için.

Anadolu’ya yerleşen Türkler tam anlamıyla Şaman geleneklerinden kopmadan İslamlaşmış ancak Araplaşmamışlardı.

Bugün bile izlerini gördüğümüz, Türklerin Orta Asya’dan taşıdıkları, kurşun dökmek, ağaçlara çul, çaput bağlamak, çam ağacı süslemek, bunları halı ve kilim tezgahlarında işlemek, yeni yıl yani “Nevruz” kutlamaları düzenlemek, bahar temizliği yapmak, gidenin ardından su dökmek, ölüm ve doğumlarda kırkı çıkmasını beklemek, geline Kırmızı kuşak bağlamak, lohusa şerbeti hazırlamak, adak adamak, kurban süslemek, kan kardeş olmak, gözle görülür yerlere nazar boncuğu asmak, ölünün üzerinde bıçak bırakmak, ölmüş kimsenin ayakkabılarını evin önüne koymak, mezar taşı yaptırmak, ağıt yakmak, tahtaya vurmak gibi bir çok gelenek ve alışkanlıklar bizlere Şamanizm’den miras kalmıştır.

Yunuslar, Mevlanalar ile sevgiye ve kalbe giden yolu keşfetmiş olan Anadolu halkı, Yavuz Sultan Selim’den itibaren özümsedikleri İslam’dan uzaklaşarak Araplaşmaya başlamıştır.

İmparatorluğun son yıllarında ise halk cahil bırakılmış, Araplaşmış, hurafelerle yoğrulmuş, şeyhlerle, şıhlarla yönetilir duruma gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir anılarında bu konuya üzüntüyle yer verir. Çorak, tuzlu topraklardan, Anadolu’nun dört bir yanından gelen Mehmetçiklerin çoğu coğrafyasını, hangi millet, hangi dine mensup olduklarını, dahası peygamberlerinin adını bile bilmiyorlar diye anlatır. “Siz Türk değil misiniz yahu?” diye sorulduğunda “Estağfurullah biz Osmanlı kuluyuz, sizin dedikleriniz Kızılbaş” diye cevap veren askerlere şaşkınlıkla bakakalır.

Kimdir bu Kızılbaşlar?

Osmanlı devletinin kuruluşunda da Türkmenler kızıl börk giymektedir. Yabancı kaynaklar Osman Bey’i ”Kızıl Börk Otman’ ‘olarak kaydetmişlerdir. Orhan Bey zamanında devlet görevlilerine ak börk giydirilerek yönetici sınıf ile Türkmen halkı birbirinden ayrılmıştır. Osmanlı tarihçileri, Anadolu Türkmenlerinden oluşan Osmanlı ordusu askerlerini ”kızıl börklü” olarak tanımlamaktadır. Safeviler devletinin kuruluşu da Osmanlı’nın kuruluşu ile neredeyse birebir örtüşür. Ana kaynak ”Kızıl Börklü Türkmenler”dir, gazilerdir.

Safeviler Devleti ve Şah İsmail’in Anadolu’da Türkmenler üzerindeki etkisi ve bozulan ilişkiler sonrası çıkan savaşta Yavuz Sultan Selim “Kızılbaşların katli helaldir” şeklinde bir fetva çıkarttırmış ve bu tarihten sonta bir çok Türkmen katledilmiş ya da kimliklerini saklamak zorunda kalmışlardır.

Aslında Aleviliği küçük düşürmek için kullanılan “Kızılbaş”, gerçekte “kızıl başlık takan” demektir. Bazı rivayetlere göre Uhut savaşında Hz. Ali kendisini Hz. Peygambere siper ettiği sırada başından yaralanır. Bu savaştan sonra Hz. Ali’ ye kızılbaş denmiştir. Yine Sıffın savaşında Hz. Ali’nin taraftarları başlarına kırmızı başlık takmışlardır. Alevi olan Türkmen devleti Safevi ordusunun askerleri de başlarına kızıl başlık takarlardı.

Oysa ayrıştırılmak istenilen bu halk öz be öz bizim halkımızdır, yörüktür, Türkmen’dir.

Mustafa Kemal Atatürk heyecanlı geçen bir konuşma sonrası seslenir, “Arkadaşlar”! Gidip, Toros Dağları’na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez“.

Araplaştırlan, cahil bırakılan, hor görülen, hakkı yenen, milli şuurundan uzaklaştırılan ve her şeye rağmen devletine sadık kalarak uğrunda şehit olmak için gözünü bile kırpmayan bu halkın çilesini ilk elden anlatır Ulu Ӧnder.

“Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim.

Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu.

Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir”.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu kuran, ümmetçi anlayış yerine milli bilinci yerleştirmeye çalışan Atatürk’un bazı vecizeleri:

  • Bu memleket, Dünya’nın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne en az yedi bin senelik, bir Türk Beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, Güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, Dünya’yı aydınlatan Güneş’tir.
  • Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak Dünya’ya gelmemdir. `
  • Bu memleket tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.
  • Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar, birbirini tanısın. Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelik çabalar boğulmaya mahkûmdur.
  • Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.
  • Bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.
  • Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.
  • Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir… Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
  • Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”
  • Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir millî azim ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar “Tam Bağımsızlık” ve “Kayıtsız Şartsız Millî Egemenlik”ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir…
  • Türk miletine doğru ve güzeli veriniz, anlatınız, muhakkak kucaklar.

Atatürk’ün millet ve milliyetçilik anlayışı kafatasçılık değildir. Bu milletin fertleri aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyor, herhangi bir vatandaşa yabancı gözüyle bakmak, medeni Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi sorusunu soran Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” sözünün tam anlamı da budur. Yani “Türk Milleti” kavramı, hangi etnik kökenden ve dinden olursa olsun, herkese eşit olan, herkesi kucaklayan bir anlayıştır.

Türk! Ӧğün, Çalış, Güven vecizesindeki anlam aslında bizlere verilen bir derstir.

Boynuna astığı idam fermanıyla köhne bir gemiyle, bir avuç dostuyla dönüşü olmayan bir yola çıkan Ulu Önder’in ve yoktan var edilen bir Cumhuriyet’in hikayesini anımsayarak asla pes etmememiz gereğini öğreten bir ders. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, imkansız diye bir kavram olmadığını öğreten, birlikten doğan kuvvetin, el ele verilerek mucizeler yaratmanın mümkün olduğunu gösteren bir ders.

Bu ders ile bize verilen görev tanımıdır “Türk, öğün, çalış, güven!

Tarihine, kültürüne, diline sahip çık. Kim olduğunu, nereden geldiğini, ne zorluklar çektiğini, üzerinde oynanan oyunları unutma.

Birlik ol, bütün ol, doğru ol, yaptıklarından gurur duy. Türk tarih ve kültürü ile, üzerinde yaşadığın topraklar ve Anadolu medeniyetleri ile, haklı davan ve bağımsızlık mücadelen ile, dik ve onurlu duruşun ile öğün.

Tarihte yapıldığı gibi üzerine ölü toprağı atılmasına izin verme. Aklını kullan. Hedeflerini tespit et, kendini yetiştir. Bu uğurda tüm zorlukları aşmak için var gücünle çalış.

Seni karanlığa mahkum etmek isteyen zihniyete karşı her zaman aynı şekilde diren. Bu değerleri anlayan, senin gibi düşünen, senin gibi çalışan insanlara ve özellikle şartlar ne olursa olsun, tüm zorlukları aşabileceğine inan, kendine güven.

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Ne Mutlu Türküm Diyene.

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir