Ara
Close this search box.

Dünü Bilmeden Bugünleri Anlayamayız.

İzmir’in kurtuluşunun üzerinden henüz çok kısa bir zaman geçmişti. Gündemin en önemli maddelerinden biri Lozan Andlaşması ile ilgili gelişmelerdi. Anlaşma olmaması ve tekrar bir savaş çıkması ihtimaline karşı hazırlıklarda tam hızıyla devam ediyordu. Körfezin savunması ile ilgili çalışmalar yapılırken askerler bir geçit töreni tertip etmişlerdi. Töreni gururla izleyen İzmir’in yeni Eğitim Müdürü Vasıf Çınar Bey yanındakilere seslendi.

“Bu orduyu ceketinizin düğmelerini ilikleyip öyle izleyin. Binbir güçlükle kuruldu bu ordu. Ayağı çıplaktı. Tüfeğinin kayışı iptendi. Ne matarası vardı ne de ekmek torbası. Bu mübarek ordu olmasa Sevr uygulanacak, buralar Yunanistan’a bağlanacaktı. Doğu illerimiz Ermenistan’a verilecekti. Ankara civarında birkaç ilden ibaret kolu kanadı kırık, uyduruk bir devletimiz olacaktı. Sonsuza kadar galiplerin denetimi altında yaşayacaktık. Namusumuzu, vatanımızı, zaferi, devletimizi, bağımsızlığımızı, kısacası yaşama hakkımızı işte bu orduya borçluyuz. Tarihte böyle bir ordu yok. Allah millete bağışlasın”.

Mustafa Kemal Paşa akşam belediyenin verdiği büyük davete katıldı. Başkomutan’ın iki günlük programını izlemiş olan bir gazeteci, “Paşa hiç yorulmaz mı?” diye sordu.

Yaver Muzaffer Kılıç gülümsedi ve cevap verdi. “Yorulsaydı, sen şimdi burada General Hacianesti’nin sofrasında oturuyor olurdun”.

Yemeğin sonunda herkes merakla Sarışın Kurt’un konuşmasını bekliyordu.

Kürsüye çıkıp konuşmaya başladığında sanki herkesin gözlerinin içine aynı anda bakıyordu. Salon yere iğne düşse duyulacak kadar sessizdi.

“Düşmanın İzmir’i işgalini İstanbul yönetimi de, İzmir Valisi de, Belediye Başkanı’da, Kolordu Komutanı’da sukünetle karşılamış, durumu, miskince kabullenmişlerdi. Ama millet ayaklandı. Bu ihanet ve gaflet cephesine karşı bir namus cephesi kurdu.

Screen Shot 2018-04-02 at 11.53.36 AM

Efendiler,

Namus cephesi bütün saldıralara karşı koydu. İstabul yönetimi her zillete itirazsız baş eğerken namus cephesinin kadınları, erkekleri, vatanı kurtarmak için her cephede yokluklar içinde döğüştüler, sonunda inanılmazı başardılar, büyük zaferi kazandılar.

Bu zafer kimseye mal edilemez. Zafer milletin kuvvetlerinin birleşmesiyle kazanılmıştır.

Bir İstanbul yönetimini, o dönemi, bir de Ankara yönetimini, bu dönemi düşünün. Aradaki fark çok büyüktür. İlki yenilgidir, teslimiyettir, ihanettir. Öteki zaferdir, bağımsızlıktır, vatanseverliktir. Birincisi saltanat, ikincisi milli egemenlik sistemidir. Zaferin sırrı buradadır. Millet egemenliğini gözümüz gibi korumalıyız.

Daha kurtulmuş değiliz.

Kurtulmak için her alanda çok çalışmak zorundayız. Devraldığımız maddi miras, yazık ki yoksulluk, gerilik, ilkellik, bilgizilik.

Bunları da yeneceğiz”.

Bu ve benzer bir çok hatıraları toplayarak ölümsüzleştiren Turgut Özakman Ankara’da Atatürk Lisesinde okurken aklında tek bir şey vardı. Sırtına bir çanta alıp Atatürk’ün karargah kurduğu İstasyon Binasından yola çıkıp Milli Mücadelenin yapıldığı her kilometreyi aşıp insanlarla konuşarak, sohbet ederek, ropörtaj yaparak o ruhu tekrar yaşamak. Yaptı da. Henüz savaşın izlerinin çok taze olduğu şehit kanlarıyla sulanmış toprakları adım adım gezdi. İzleri karış karış takip etti. Eskişehir, Kütahya, Uşak, İzmir derken kendisini Çanakkale’de buldu. Gazilerle, yörede yaşayanlarla hatta düşman askerleri ile konuştu. Ömrünü adadı bu işe. İnceledi, araştırdı. Belgeleri hatta emir telgraflarına kadar en küçük bir detayı bile değerlendirerek bizlere aktardı. Cumhuriyet’in en çok satan kitabı “Şu Çılgın Türkler” ve diğer eserleri tadı damağınızda kalacak güzellikte, son derece akıcı bir tarzda yazılmış, elinizden bırakamayacağınız bir macera romanı gibi. Aynı şeklide onun önderliğinde çekilmiş olan belgesel ve filmleri izlerken bazen gülecek, bazen gözleriniz yaşaracak. Bu filmleri özellikle gençlerimizle izleyin, izlettirin.

Mustafa Kemal Kimdir?

Asker mi? Teşkilatçı mı? Devlet adamı mı? Öncü mü?

Elbette bunların hepsi. Ama hepsinden önce bir mantık adamı.

Kaderini hayale, heyecana ve tesadüflere bağlamayan, bunların hepsinden faydalanan, ama talihinin örgüsünü mantığın ve zaruretlerin düğümleri ile dokuyan bir hesap adamı. Bir düzen sanatçısı. Bir determinist.

Onun yükselişinde tarihi tesadüflerin elbette payı var. Ama başarısının temelinde yatan; şartların en doğru hesaplanışı ve kuvvetlerin en doğru değerlendirilmesi demek olan tarihi mantıktır.

Onun bu başarısının sırrınıararken yarının tarihçisi, Mustafa Kemal hadisesini her cephesinden önce, bu tarihi mantık açısından değerlendirecektir.

Şevket Süreyya Aydemir.

Tek Adam, (Mustafa Kemal’in Hayatı) Üç cilt (biyografi), İkinci Adam (İsmet İnönü) Üç cilt (biyografi), Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa Üç cilt (biyografi), Suyu Arayan Adam (otobiyografi), Menderes’in Dramı (biyografi) gibi eserlerin de yazarı olan Şevket Süreyya anlatıyor.

KÜÇÜK ASKER

Eski Türkiye’de ilmiye denilen ve medrese yolundan gelinen sarıklı din ve dini hukuk mesleği dışında, meslekler başlıca ikiye ayrılırdı: Mülkiye ve askeriye. Mülkiye mesleği bütün sivil idare mesleklerini içinde toplardı. Zaten idare dışında pek başka meslek de yoktu. Askeriye mesleği ise, ordu hizmetini hedef tutardı.

Amaç subaylıktı

Bu mesleğe iki yoldan gelinirdi:

Mekteplilik veya alaylılık.

Mektepli subay, askeri okullardan yetişerek orduya katılan subaydı. Alaylı subay da, mekteplerini tamamlayamadığı subay kadrosuna, orduda tezkere terk ederek veya yararlık göstererek erlik ve assubaylık yollarından gelen subaydı. Bunların çoğu okuma yazma bilmezdi. Fakat bunlar Osmanlı İmparatorluğunun Tuna’dan Acem denizi kıyılarına ve Orta Afrika’ya kadar uzanan çeşitli bölgelerinde, bütün bir ömür boyunca katlanılan zorluklar ve devamlı kışla hayatı içinde pişerlerdi.

Kendilerini orduya adadıkları için bazı vasıfları olurdu. Bunlardan yüksek rütbeli amir, general, hatta müşir olanlar çoktu. 1908 Genç Türk ihtilaliyle despotik padişahlık idaresi devrildiği ve bu arada orduda da bazı yeniliklere geçildiği zaman,

Osmanlı ordusunda 7 kadar alaylı subay vardı. Bu miktar, orduda subay kadrosunun yarısı demekti.

Selanik’li Mustafa ders yılı başında askeri rüştiye imtihanlarına girdi. Başarı kazandı. Bu iş için kararını kendisi verdi. Başvuruyu kendisi yaptı. Ali Rıza Efendinin annesi, yani Mustafa’nın büyükannesi, onun okumasına taraflı olmadığı gibi, annesi Zübeyde de askerlikten korkuyordu. Askerlik denince biricik oğlunun harplerde, çete savaşlarında ölebileceğini düşünür ve bundan ürkerdi. Bizzat Mustafa, çok sonraları, bu girişimine ait hatırasını şöyle nakletmiştir:

“Komşumuz Binbaşı Kadri Beydi. Onun oğlu Ahmet askeri okula gidiyordu. Askeri mektep elbiseleri giyiyordu. Onu görünce ben de böyle elbiseler giymeye hevesleniyordum. Sokaklarda zabitler görüyordum. Onların derecesine varmak için takip edilmesi lazım gelen yolun askeri rüştiyeye girmek olduğunu anlıyordum. O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askeri rüştiyeye girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten pek korkuyordu. Asker olmama şiddetle engel oluyordu. Kabul imtihanı zamanı gelince ona sezdirmeden kendi kendime askeri rüştiyeye imtihan verdim. Böylece anneme karşı bir emri-vaki (olupbitti) yaptım.”

Screen Shot 2018-04-02 at 11.53.55 AM

Bu şekilde Mustafa kendi yolunu kendi girişimi ile tayin etmiş oldu. Oysa annesi onun daha ilkokula başlarken nasıl eski usul sarıklı hoca olmasını, ulema mesleğini seçmesini istemişse, ortaokul çağına gelince de oğlunun tüccar olması hevesine düşmüştü. Bir serveti, sermayesi olmayan erkeksiz bir ailenin, kimsesiz, dayanaksız bir dulun, ancak on yaşlarında bir çocuğu tüccar yapmak hevesi, nihayet o çocuğu, tavsiye edilen veya tanınan herhangi bir dükkancının yanına çırak olarak vermekten başka pratik bir mana elbette ki ifade etmezdi. Fakat Mustafa’nın yarattığı olup bitti davayı halletti.

Screen Shot 2018-04-02 at 11.54.00 AM

Mustafa artık askerlik yolunu tutmuştu. Fakat o devirde ordu tam bir çöküntü içindeydi. Sultan Abdülhamit Türkiye’si, imparatorluk tarihinin en perişan günlerini yaşıyordu. İmparatorluk fiilen çökmüştü.

Haritada ve nazari olarak imparatorluğun sınırları Bosna’dan Basra’ya, Ağrı dağından Orta Afrika’ya kadar uzanıyordu. Ama bu sınırlar içinde idare bitmişti. Ordu çökmüştü, uyuşturulmuştu. Bir posa haline getirilmişti. Dağlar, yollar eşkıya elindeydi. Hazine tam takırdı. Devlet resmen iflas etmişti. İçeri de azınlıklar, ayrı birer millet gibi yaşarlardı. Kapitülasyonlar devletin mali, iktisadi, hatta adli istiklalini zincirlemişti.

Ne yol, ne sanayi, ne de mali kredi cihazları vardı. Devlet içeride halsiz, iktidarsız olduğu kadar dışarıya karşı da itibarsızdı.

Vasıtası, teçhizatsız ve parasız ordu birlikleri Rumeli’ de, Doğu Anadolu’da, Suriye’de, Yemen’de ve daha nice sapa yerlerde eşkıya kovalamak, çetelerle çarpışmak ve isyanları bastırmak için, hem de tamamen verimsiz mücadeleler içinde eriyip gidiyorlardı.

Mustafa’nın okumakta olduğu askeri rüştiye mektebiyle diğer sivil orta mektepler arasında ders programı ve öğretim bakımından pek fark yoktu. Fakat fark, askeri rüştiyelerin havasında ve eğitimindeydi. Bazı genel dersler için sivil hocalar çalıştırılsa bile asıl hocalar kadrosu askerlerdi. Bu subay hocalar ordudan gelirlerdi. Bu mekteplere ordunun havasını getirirlerdi. Disiplin sert ve askerceydi. Çocuklar askerce, sıralara girmeyi, nizama uymayı, askerce selam almayı ve askerce düşü­nüp, askerce cevaplar vermeyi öğrenirlerdi.

Gerçi bu mekteplerde, padişaha aşırı sadakat gösteren, sınıflarda yerli yersiz ve bin bir tekerlemeyle padişahın adını andıkça, kürsüde yay gibi yerinden fırlayıp çocukları da hep birden saygı duruşuna kaldıran yapmacıklı subaylar da bulunur­

  1. Fakat bu subaylardan korkulsa bile onlar sevilmezdi. Öğretmenlerin çoğunluğu kışlalardan, sınırlardan, iç savaşlardan veya çete takiplerinden gelmiş hamiyetli subaylar olurlardı.

Bunlar memleketin halini tanımış ve gidişin kötülüğünü görmüş olurlardı. Bunlar derslerde ve tabii hiç belli etmeden, çocuklara vatan sevgisini ve gerçekleri anlatmaya çalışırlardı.

Screen Shot 2018-04-02 at 11.54.07 AM

Gerçi vatan kelimesi söylenmezdi.

Vatan kelimesi yasaktı. Çünkü vatan anlamı, o devirde şiirleri yasak edilen ve ancak yüksek mekteplerde gizlice elden ele dolaşan şair Namık Kemal’in getirdiği bir anlamdı. Namık Kemal ise Birinci Meşrutiyetin (1876-1878) bütün hürriyetçi önderleri gibi sürgündeydi.

Hele o meşrutiyetin hakiki kurucusu ve son imparatorluk devri tarihinin en büyük adamı Mithat Paşa, Mustafa’nın rüştiyeye yazılışından tam on sene önce, Arabistan çöllerinde bir zindanda boğdurulmuştu. Ama ne var ki onun ölümüne, Namık

Kemal ve arkadaşlarının sürgün edilmelerine rağmen, daha Mustafa’nın askeri rüştiyeye yazılışından 6 yıl önce (1889) hem İstanbul’da, hem Paris’te, «Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti» kurulmuş, çalışmalarına başlamış bulunuyordu. Ve bu cemiyetin daha sonraları hem Mustafa’nın, hem onun neslinin kaderine büyük etkileri olacaktı.

Zübeyde’nin oğlu rüştiyeyi çok sevdi. Mektebe bağlandı. Derslere ve mektebin havasına alıştı. Orada iyi, anlayışlı hocalar buldu. İlkokulda çil yüzlü Çopur Hafız Nuri’nin, mülkiye rüştiyesinde kaygusuz, sadist bir adam olan Kaymak Hafızın,

onun üstündeki baskılarına ve ruhunda yarattıkları ürküntüye karşılık, askeri rüştiyede aritmetik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa, Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naki, jimnastik öğretmeni Teğmen Hasip Efendiler gibi değerli ve teşvik edici hocalar vardı. Hatta bunlardan aritmetik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi bir gün ona, Mustafa’nın bütün hayatı boyunca kendine mal olacak ve ileride bütün dünyanın öğreneceği bir isim de hediye etti: Kemal!

– Oğlum, senin adın Mustafa. Benim de öyle. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adın “Mustafa Kemal” olsun . . .

O günden sonra da Mustafa’nın adı, Mustafa Kemal oldu.

Adın seçilişi çok yerindeydi. Kemal, olgunluk anlamındadır.

İşte bu satırların yazarı da Şevket Süreyya Aydemir. Alıntı kendisinin “Tek Adam” isimli eserinden. Bizzat tanıştığı, takip ettiği ve beraber çalıştığı lideri anlatıyor. Bu eser sadece bir biyografi olmasının yanı sıra müthiş bir inceleme-araştırma kitabı. Mustafa Kemal’in farklı dönemlerini tarafsız bir şekilde işleyen yazar, bu kitabında yalnız Mustafa Kemal’i değil, aynı zamanda 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan bir süreci ele almıştır. Kitap dikkatli incelenirse, Kemalist devrimin oluşum süreci, Kemalist kadro içindeki çatışma, bu çatışmada Mustafa Kemal Paşa’nın etrafındakiler ile olan ilişkileri, Türkiye’nin kuruluşu, kuruluş döneminde yaşanan olaylar, devrimler, devrimlerin yapılma amacı, bu devrimlerin dayandığı ya da dayandırılmaya çalışılan kaynakları, bu kaynaklar arasındaki çelişki, devrimin yerleşmesi için yapılan çalışmalar, bu çalışmaların doğru ve yanlış yanları ile Kemalist devrimin tamamlanması için Mustafa Kemal’in uygulanmasını zorunlu gördüğü noktalar, eksikleri ve neden yarım kaldıkları, ne amaçla yapıldıkları, yapılamayanların ise neden yapılamadıkları, neden yarım kaldıkları ve neye göre devrimin şekillendiği üzerinde durulmuştur.

Günümüzde yaşanan olayları çok daha net görüp anlayabilmemize yardımcı olan bu eseri de keyifle okuyacağınızı düşünüyorum. Okuyalım, okutalım.

 

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir Yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir