Ara
Close this search box.

Bizden biri, “Mustafa Kemal Atatürk.

Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü olduğunu, liderlik özelliklerini, halkın içinde, halk ile beraber olma sevdasını güzel hikayelerle paylaşıyorum bu köşede. Yoktan var edilmiş bir ülkenin hikayesini anlatıyorum. Hakkında idam fermanı çıkmış, cep delik, cepken delik, en yakın arkadaşlarının hayallerinde bile olamayacak planları nasıl adım, adım uygulamaya koyduğunu, insana, hayvana, tabiata verdiği önemi gösteren anılar paylaşıyorum sizlerle. Kurtuluş savaşımızın en şiddetli günlerinde eğitim kurultayına katılıp konuşacakken, “şimdi sırası mı Paşam” diyenlere, “çocuk, cehaletle savaşmak, düşmanla savaşmaktan kolay değil ki” cevabını, mebuslara zam yapılacağı zaman “aman dikkat edin öğretmen maaşlarından fazla olmasın”deyişini, daha Lozan imzalanmadan yurtdışına göndermek istediği öğrencileri bizzat incelediğini, yokluklar içinde gelecek planları yaparken Ankara’da kurduğu konservatuarı, “her şey olabilirsiniz ancak sanatçı olamazsınız” diyerek sanata verdiği önemi anlatıyorum.

Bağdaş kurup yere oturup inşaat işçileriyle soğan ekmek yedikten sonra onlara yemek göndermesini, Florya’da ayakkabı ve çoraplarını çıkarıp paçaları sıvayıp kumsalda yürümesini, balıkçılarla çilingir sofrasına oturmasını, protokolden kaçıp, binlerce korumayla yürümek yerine tek başına halkın arasına karışmasını anlatırken, bu hafta o mütevazı güzel insanın biraz da bu yönünü ortaya çıkaran bir kaç hikayesini derledim sizler için.

Florya’dan bir kaçamakla uzaklaşıp halkın arasına karışmak üzere Silivri açıklarında gezinirken, devletin haciz koyduğu öküzü yerine eşeği ile sapan süren Halil Ağa’yı görüp, Florya’ya getirip “akşam milletin efendisi soframızı şereflendirecek” diyerek

İstanbul’da ne kadar vekil varsa toparlayıp, Vali ve Belediye Başkanları da dahil olmak üzere “biz devrimi böyle mi yapacağız” mesajını verirken aslında aklında çok eski bir hikaye vardır çakmak gözlünün.

 

Atatürk, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir. Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir. Üzgündür Atatürk İstanbul’dan gittiği için.

Bir pastane vardır Sofya’da. Diplomatik erkan genel olarak o pastanede kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de orada yapar kahvaltısını.

Bir sabah, bir köylü girer pastaneye. Bohçası vardır yanında,bırakır bir masanın yanına,oturur. Garson gelir, köylü süt ve kek ister. Garson ise köylünün pastaneden ayrılmasını ister. İtiraz eder köylü. Birkaç garson daha gelir “çık git buradan” derler. Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar:

”Senin sattığın sütü ben üretiyorum, senin sattığın pasta,börek,çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini,yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastana koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım.”

Herkes suspus olur. Köylünün istedikleri masasına gelir,kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider. Tüm her şeyi izler Atatürk. Küçük kareli not defterine şu notu düşer:

“Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir ” der ve ekler…

” KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR.”

Bizler Bayram’larda “ikram edilen şekeri alma, çok ısrar ederlerse bir tane al, teşekkür et” diye büyütüldüğümüz için, değer yargısı sadece para ve güç olan kimseleri anlamakta zorluk çekiyoruz. Oysa her kelamı emir olan Osmanlı sulatanlarına bile yeniçeriler “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye bağırırlardı.

Adalet, doğruluk ve mütevazılıktan hiç ayrılmayan Atatürk’ün en hoşuma giden hikayelerinden biridir.

Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir ancak sabah saat daha erkendir, müze henüz açılmamıştır. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı inanmaz, biraz şüpheyle bakar tek başına gelen Atatürk’e, “saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin” der.

Bu günlerde yoktan var edilen bir ülkenin liderine böyle bir şey söylenir mi, söylense tepkisi ne olur, düşünebiliyor musunuz?

Pekiyi Atatürk ne yapar?

Gülümser, “haklısın” der ve bir kenara çekilip saat 9’u bekler.

 

1929 yılında Muhafız Alayı İkinci Tabur Üçüncü Bölükte askerlik görevini yapan Hamza oğlu Mustafa anlatıyor:

Screen Shot 2019-06-21 at 10.57.40 AM

O sene Ankara’da çok büyük bir yangın oldu. Tahtakale yangını. Bu yangınla o zamanki Ankara’nın büyük bir kısmı yanmış yüzlerce kişi evsiz kalmıştı.

Bu yangın kısmen söndürülmüş, kısmen de devam ederken hem emniyet açısından hem de her hangi bir yağma olmasın diye yangın yerini askeri birlikler çepeçevre emniyete almıştı. İçeriye de kimsenin sokulmaması için kesin emir verilmişti.

Aynı günün gecesi, sabaha karşı şimdiki Numune hastanesi istikametinden, arkasında birkaç atlı ile birisi geldi. Ben uzaktan onları fark ettim.

Onlara doğru, “Yangın yerine yaklaşmak yasak, yaklaşmayın!” diye bağırdım. Onlar hiç aldırış etmeden bize doğru ilerleyince süngülü tüfeğimi çıkarıp tekrar bağırdım. “Yaklaşmayın yasaktır!” O zaman öndeki atlı, “Peki, peki evladım.” deyip atını Abidin Paşa tarafına yöneltip gittiler.

O sırada yanımdaki er bana bağırdı, “Ne yaptın hemşehrim. Gelen Gazi Paşa idi, baksana” dedi. Ben de yandan bakınca Ata’yı karanlıkta tanıdım. Fakat olan olmuştu. O zaman gazeteler az, televizyon zaten yok. Bizler de Gazi Paşa’yı duyuyoruz, ama nereden tanıyalım? Hele karanlıkta tanımamız mümkün değildi.

Beni bir korkudur aldı. Kendi kendime, “Ulan yarın bizi kurşuna dizerler.” diye düşünerek elim ayağı titriyor. Nöbetim bittikten sonra koğuşa gidip yattım ama uyku ne mümkün! Öğleye doğru, “Seni teğmen çağırıyor” dediler. Teğmene gittim. Gittim ama ben değil, ölüm gitti.

Yanına gidince komutan, “Sen miydin hamam önündeki iki-dört nöbetçisi?” diye sordu. “Evet bendim komutanım” dedim. “Seni binbaşı çağırıyor, bekle gideceğiz” dedi. Bekledim. Birlikte binbaşının yanına gittik. Fakat bende renk uçmuş, elim ayağım titriyordu. Düşüp bayılacam.

Binbaşının huzuruna çıktık. Binbaşı da aynı şeyi sordu. “Hamamın yanındaki iki-dört nöbetçisi sen miydin?” dedi. “Evet komutanım bendim” dedim. Fakat baktım binbaşı öyle sinirli minirli değil, hatta güler yüzlü idi.

“Ulan” dedi, “Akşam Gazi Paşa atla yangın yerini gezmeye gelmiş sen süngü takıp Paşa’yı yangın yerine sokmamışsın doğru mu?”

“Vallahi tanımadım komutanım. Gece karanlıkta yüzünü bile görmedim. Tanısam bırakmaz mıydım?” dedim.

“Aferin. Bu davranışın Gazi Paşa’nın çok hoşuna gitmiş, seni mükafatlandırıyor, on günde izin vereceğiz, git köyünde gez” dedi.

Görevini yapan mehmetçik hikayeleri bitmez ki!

Komutanlar, İtalyanların Habeş Harbi sırasında Ege kıyılarına bir yabancının sızması olasılığına karşı askerleri sık sık uyarıyorlardı.

Bu günlerin birinde Atatürk’ün teftişe geleceği haber alındı. Atatürk beklenilen günde yanındaki erkanı ile geldi. Kıtaları teftiş edip dolaşmaya koyuldu.

Savunma mevzilerinden birine giden yolun dönemecinde Atatürk birdenbire durdu. Yanındakilere “siz beni burada bekleyiniz, ben yalnız gideceğim”, dedi.

Yanındaki komutanlar tereddütle birbirlerinin yüzüne baktılar ancak kimse bir şey söylemedi. Atatürk patikanın kıvrımını döndü. Koruganın hakim bir noktasında nöbet bekleyen Mehmetçiğe doğru yürüdü.

Uzaktan gelen bir sivilin kendisine doğru yürüdüğünü gören Mehmetçik hemen silahına davrandı ve “dur” diye gürledi.

Atatürk bu kesin ihtar karşısında durarak “sen beni tanımıyor musun, kimim ben” diye seslendi.

Daha dikkatli bakan er duraksadı, teştiş olacağı haberi zaten gelmişti fakat onun bildiği Atatürk, yanında kalabalıkla gelirdi. Böyle yapayalnız gelmezdi. Bir an daha düşündükten sonra kafasını salladı ve silahını indirmeden safiyetle yanıt verdi,

“Komutanım, Mustafa Kemal’sin Mustafa Kemal olmasına ama… Düşmanların işine akıl sır ermez… Birini sana benzetir içeri sokarlar… Gözünü seveyim sen şu bizim yüzbaşıyı al birlikte gel, o zaman nereye istersen git”!

 

Ne yaptı dersiniz Atatürk? Esti, gürledi, askeri sürdü mü?

Hayır, gülümsedi, geri döndü ve bunu komutanlara anlattı. Bu mert ve uyanık eri çavuşluğa yükselttirdi.

En keyifli hikayesini de sona bıraktım.

Bir Balıkesir gezisinde, kendisine Milli mücadelede hizmetler etmiş birinin başvurusu ile karşılaştı. Adam bir konuda yanlış hüküm giymişti.

Atatürk “haklısın, konuyu ben de biliyorum”, dedikten sonra yanında bulunan bir adliye subayını çağırdı. Konuyu anlattı. Düzeltilmesini istedi.

Genç müfettiş onu dinledikten sonra “Efendimiz”, dedi, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tamamlanmıştır. Hükmün yerine getirilmesinden başka yasal yol yoktur, dedi.

Atatürk “ama ben söylüyorum, bu iş haksızlık. Çünkü ben işin aslını biliyorum, dedi.

Genç Adliye müfettişi “efendimizin beyanı yasa önünde bir değişiklik yapamaz. Adliye Bakanlığı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur” dedi.

O anda ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtınanın kopacağı sanılıyordu. Fakat Atatürk sakin bir şekilde sordu:

– Peki bir adli hata olursa yasa bunun düzeltilmesini sağlayamaz mı?

– Yeni bir delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir.

O zaman Atatürk başvuru sahibine döndü ve “beni tanık olarak göster, yeni deliller bulunduğunu öğrendim, diye iddia et, ben mahkemeye gider, sana tanıklık ederim”!

Sonra da Müfettişe döndü:

– Size teşekkür ederim, dedikten sonra yeniden başvuru sahibine dönüp:

– Neden zamanında başvurmadın. Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta Cumhurbaşkanı bile adalete saygı göstermek zorundadır.

Cumhuriyetin temelleri böyle atıldı.

 

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir