Ara
Close this search box.

Al Sancak Alsancak’da Dalgalanırken!

9 Eylül bir Bayram’dı.

Kabus güzel bir rüya, hayaller de gerçek olmuştu.

Kurtulmuştuk.

Hikaye İzmir’de başlamış, İzmir’de son bulmuştu.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.28.23 PM

Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında. Bornova’dan dörtnala dans eder gibi indiler.

O semte boşuna “Kahramanlar” ismi verilmedi. İkinci tümen dördüncü alaydan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, son şehitler yatıyordu orada. Bugün orada anıtları var, üzerinde “Vatan ve Namus” yazıyor.

Kim hayal edebilirdi ki?

Geldikleri gibi gidecekler demişti.

Kafasına koymuştu, “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasıyla çıkmıştı yola.

“Çakmak Gözlü Sarı Paşa”, ne de güzel söylemişti; “Kahramanı kadar gafili de, haini de çok olan bir milletiz” demişti. Sadece düşmanla değil, saltanatından başka bir şeyi düşünmeyen zavallı bir padişah, İngiliz kölesi bir sadrazam ve onların yalakaları ile de savaşmak zorundaydı.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.35.09 PM

Yokluk vardı en çok. Para yoktu. Erzak yoktu. Araç, gereç, kılık, kıyafet yoktu, ayakkabıyı botu filan unutun, çarık yoktu. İlacı geçtik, sargıbezi yoktu.

Ordu yoktu. Düzenli ordu kurulduğunda asker kaçaklarının sayısı asker sayısından fazlaydı. Top, tüfek yoktu. Top tüfek bulsalar kurşun yoktu.

Yunan mevzilerini gezen İngilizler, yoksul ve kendini bilmez Türklerin buraya yaklaşmalarının bile mümkün olamayacağını söylüyorlardı. 10 sene topla dövseler bu mevzilerden toz kalkmazdı. İngilizler, Mustafa Kemal Paşa’nın “Büyük Taaruz” öncesi Avrupa’ya gönderdiği Yusuf Kemal Bey’in, Fethi Okyar’ın barış anlaşması çabalarını ciddiye bile almıyorlar hatta bunu Kuvvacıların zayıflığına yoruyorlardı.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.31.23 PM

Britanya Yüksek Komiseri Amiral John de Robbeck, Sadrazam Damat Ferit’e yapması gerekenleri anlatıyordu. Öncelikle Kuva-yi Milliyecilerin eşkiya olduğu ve öldürülmelerinin sevap ve vatani bir yükümlülük olduğuna dair Dürrizade Abdullah Efendi’nin bir fetva çıkarması sağlandı. Hilafet Ordusu’nun maaşları İngiliz Hükümetince ödeniyor, tüm lojistik ihtiyaçları, silah, araç ve gereçleri onlar tarafından karşılanıyordu. Hainlerle işbirliği yapılarak Kuvvacılara karşı Anadolu’da isyanlar çıkarılıyordu.

Mütareke basını vardı bir de. Başını Ali Kemal, Refi Cevat Ulunay, Mustafa Sabri ve Sait Molla’nın çektiği, o zamanların yandaş ve yalaka basını. Bu sözde gazeteciler yazılarıyla kin kusuyorlardı. Ali Kemal “Bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” diyordu. Mustafa Sabri “İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların, ve sair devletlerin İstanbul’dan çekilip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir” diye yazıyordu.

Öyle bir an geldi ki! Yaprak kımıldamıyordu.

Yoğun bir sessizlik vardı.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.31.34 PM

Anadolu’nun dış dünya ile her türlü haberleşmeyi kesmiş olması herkesi şaşırtmıştı. Mustafa Kemal Paşa ortalıkta görünmüyordu. Rahatsız olduğu ve dinlendiği söyleniyordu. İngilizler ve İngiliz istihbaratına güvenenler, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya bir darbe yapıldığını düşünüyorlardı. Bu haberi ilk alanlardan Sait Molla heyecanla hemen Ali Kemal’i aradı. Ali Kemal yeni kalkmıştı, sinirliydi. Bir avuç baldırı çıplak genç tarafından üniversiteden kovulmuş, Kuvvacılara karşı duyduğu kin daha da çoğalmıştı. Ancak bu haber onu çok sevindirdi. Hemen telefonu olan dostlarını arayarak onlara bu müjdeli haberi vermeye başladı.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.31.51 PM

O dünyanın en güzel “Ordular, İlk Hedefiniz Akdenizdir, İleri” emrinden haberleri yoktu. Olsa da inanmazlardı zaten. Baldırı çıplak Türkler böyle bir cürette bulunamazlardı. Yine de bazı söylentiler ortada dolaşmaya başlayınca Müsteşar Rattigan General Harrington’u aradı ve Türklerin taaruz ettiği hakkında bir söylenti var” dedi. General’in gülümseyerek, “aslı yok, keyfinize bakın” dediği sıralarda Türk ordusu genel taaruz’a geçmiş, yeri göğü inleten top sesleriyle beraber Yunan cepheleri teker, teker düşmüş, en kritik noktalar inanılmaz bir süratle Türk askerinin eline geçmişti.

Olay biraz dengelenmiş gibi göründüğü ve Yunan ordusunun ilk şoku atlattıklarını düşündükleri bir anda genç bir Yunan teğmeni yuvarlanır gibi karargaha girdi. Belli ki emir subayı bu genç teğmeni kapıda durdurmayı başaramamıştı. Teğmen korku içinde “süvariler komutanım, binlerce, binlerce süvari” diye kekelerken, rengi beyaz kesilmiş emir subayı atıldı. “Efendim sanırım Türk süvarileri cephe gerimize sızmışlar”! Trikupis ve Kurmay Başkanı şaşkınlık ve dehşet içinde ayağa kalktılar.

Hacianesti ve yaveri Yüzbaşı Kazanidis İzmir’de kendilerinden son derece emin ve rahat bir şekilde Afyon’da yapacakları balo hakkında sohbet ediyorlardı.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.28.39 PM

İşte tam da bu sıralarda, İzzettin Bey Kolordusu ileri müfrezelerden 15. Tümen’den Teğmen Rıfkı ile takım çavuşu bir yamaçda durup, darmadağın kaçışan Yunan ordusuna baktılar. “Çavuş, burası Sincanlı ovası” diye heyecanla seslendi Teğmen. Çavuş biraz da şaşkınlıkla bakarak, “yani doğru mu düşünüyorum” diye sordu. Teğmen gözleri dolu, hızla atan kalbinin sesini bastırmaya çalışarak, “evet Çavuş” dedi. Arkadan gelen, sarp arazide ayakları kan içinde kalmış askerlere bakarak, “cepheyi yardııık” diye haykırdı!

O toz kalkmaz denen cepheler yerle bir olmuş, 32 saat içinde düşman birlikleri Afyon’dan büyük bir kargaşa ile arkalarına bakmadan kaçmaya başlamıştı. Büyük bir kargaşa vardı çünkü böyle bir ihtimal ve Afyon’u boşaltma planı yapmamışlardı. Yaptıkları tek şey ayrıldıkları her yeri ateşe verip, çoluk çocuk herkesi yakarak öldürmekti.

Onlar kaçarken İzmir’li Süvari teğmen Yıldırım Kemal’de mermi yarası iyileşmeden yattığı hastaneden kaçmıştı. 18 yaşındaydı. Yarası iyileşmemiş 40 derece ateşle tekrar cepheye koşmuştu. Fahrettin Paşa’yı buldu “iyileştim geldim Paşam, emrinizdeyim” dedi. Hemen birliğine gitti ve Küçükköy İstasyonu‘nunda çatışmaya girdi. 2 saat sonra da şehit olduğu haberi geldi. Bugün ismi kendi ismiyle anılan Yıldırım Kemal İstasyonu‘nun bahçesine gömdü onu arkadaşları.

Yıldırım şehit olurken Türk ordusundan kaçan bazı Yunan askerleri, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne girmişlerdi. Birkaç Yunan askeri gözlerini ürkek bakan Fatma’ya diktiler. “Taze incir gibi” dedi içlerinden biri. 15 yaşında yoktu Fatma. Kaçtı, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. “Biz giremezsek o çıksın dışarı” dediler. “Evi yakarsak mecbur çıkacak”. Ateşe verdiler evi. Beklediler, beklediler, beklediler. Çıkmadı Fatma dışarı.

Hacianesti İzmir’de olup biteni takip etmeye çalışırken İsmet Paşa yanında Halide Edip ve Ruşen Eşref ile Afyon’da sohbet ediyorlardı. “Tam zamanında geldiniz” dedi İsmet Paşa. “Başkomutan yaşanan olayları sizin yazmanızı istiyor”.

Halide Edip şaşırdı, gülümseyerek “bu kadar işin içinde bunları da mı düşünüyor”?

İsmet Paşa “eee” dedi, “o neden Mustafa Kemal”?

Ruşen Eşref “haydi” dedi, “görüşelim Paşa’yla”.

“Paşa cephede, 11. Tümen savaş idare yerine gidiyormuş”.

Şaşkınlıktan ağızları açık kaldı. “Ateş hattı değil mi orası”?

“Evet, ateş hattı”!

Güneş Murat Dağı’nın ardında kaybolup karanlık çökerken top ve piyade sesleri kesilmiş, asker süngü takarak hücuma kalkmıştı. İşte tam o sırada haykırdı çakmak gözlü, “Hacianesti, nerdesin, gel de kurtar ordularını”!

Afyon, Uşak, Eskişehir, baş döndüren bir hızla tekrar ele geçerken, Yunan ordusu heryeri ateşe vererek kaçmaya devam ediyordu.

Screen Shot 2017-08-01 at 10.24.09 AM

İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı general Charpy tam anlamıyla bir şaşkınlık yaşıyordu. Sıkıntıyla alnında biriken terleri sildi ve üniformasının üst düğmesini açtı. Elindeki haritaya baktı ve derin bir iç çekerek “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi. Harrington ondan da sıkıntılıydı. “Bu hızla piyadeler de girer” dedi. “İnanılacak gibi değil, ondört gün içinde iki yüz elli bin kişilik bir orduyu hemen hemen yok edip, 400 km yol almak, olaganüstü bir olay. Tarihin en büyük çöküntülerinden biri bu. Bunu gerçekleştiren ordu birkaç gün sonra Çanakkale’de tarafsız bölge sınırına dayanacak”.

Charpy bu düşünceden sarsılmıştı, “o zaman ne yapacağız” diye sordu.

Harrington cevapladı. “Hamlet’in dediği gibi, işte sorun da bu”!

Tatoi Sarayı karanlık, havası kasvetliydi. Başbakan Protopapadakis Kral’a “Ordu kaçıyor” dedi. “Hükümet dağıldı, toparlayamıyorum, Atina karmakarışık, göçmenlerle dolu, herkes panik halinde”.

Kaçıyordu Yunan, heryeri yakıp yıkarak.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.33.44 PM                                          Screen Shot 2017-09-03 at 5.33.26 PM

İzmir de karışıktı. Askerler, işbirlikçi Türkler, Rum cemati önderleri, hepsi İzmir’i terk etmişti. İstanbul’da Sultan ve Damat Ferit korku içindeydi. Damat Ferit yükte hafif pahada ağır ne varsa toparlamaya başladı. Sait Molla Rıza Tevfik’e “birkaç gün ortalık durulsun, hemen buralardan gitmemiz lazım” diyordu

Yüzbaşı Şerafettin, Teğmen Ali Rıza, Teğmen Hamdi, ilk iş, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu sıkıp şehit düştüğü yere diktiler al sancağı. Minarelerden ezan sesi yükselirken, Mustafa Kemal, Belkahve’de İzmir’i seyrediyordu.

Nif’te kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının ışığıyla aydınlanan mütevazı bir bağevi. Egenin denizden vuran meşhur esintisini ciğerlerinin en ücra köşesine kadar koklayarak içine çekti. İşte tam burada Bursa’nın da kurtulduğu haberi geldi.

Screen Shot 2017-09-03 at 9.09.26 PM

Çakmak gözleri buğulu gibiydi. Cigarasını çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi, “bir rüya görmüş gibiyim.” İsmet Paşa gülümsedi, “haklısın, bu kadar mucize, olağanüstülük, harikalık, ancak bir rüyada yaşanabilir”.

Kabus gibi geçen 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya.

Screen Shot 2017-09-03 at 5.35.58 PM

Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında. “Al Sancak” dalgalanıyordu artık Alsancak’da, Karşıyaka’da, Kadifekale’de. Şehre giren süvarilerimiz, gözlerine inanamıyordu. Bütün şehir ay‐yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Adeta uçsuz bucaksız bir “gelincik tarlası”na dönmüştü koca şehir. Bunda bu kadar şaşıracak ne var diye düşünebilirsiniz. İzmir işgal edilir edilmez, evler didik didik aranmış, bütün bayraklara süngü zoruyla el konulmuş, ibreti alem için sokaklarda yakılmıştı.

O halde bu kadar bayrak nerden çıkmıştı?

Durumun anlaşılması uzun sürmedi. 3 yıldır yokluk içinde yaşayan İzmirli kadınlar,

bütün eşyalarını yok pahasına satmış, beyaz patiskalarını, kırmızı masa örtülerini

saklamış, komşularıyla değiş tokuş etmiş, sabırla o geceyi beklemişti.

O gece, 8 Eylül 1922’ydi. O gece Bayram öncesi arefe gecesiydi.

Sevinç gözyaşlarıyla çıkardılar sandıklarından, öpe koklaya ellerindeki kumaşları ve özenle Kırmızı’nın üstüne Beyaz ay‐yıldız’ı diktiler bütün gece boyunca.

Screen Shot 2017-09-03 at 9.14.23 PM

Ne sıkıyönetim ilan edildi, ne de sokağa çıkma yasağı. Kolordu bandosunun çaldığı İzmir Marşıyla halk adeta kendinden geçmiş, neşe içinde eğleniyorlardı.

Kurtulmuştuk!

Anlayabiliyor musunuz?

Çakmak gözlü Sarı Paşa’nın dedikleri olmuştu.

Bayrağımıza, vatanımıza, özgürlüğümüze kavuşmuştuk.

Hayal gerçek olmuştu.

 

Bu yazıyı paylaş:
Facebook
Twitter
LinkedIn
Kaya Boztepe

Kaya Boztepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir